18 Haziran 2012 Pazartesi

Giriş

Tapınak Şövalyeleri (ya da diğer adıyla Tapınakçılar), kökeni Ortaçağ’a dek uzanan, faaliyetleri ve yandaşları ise zamanla değişikliğe uğrayan gizli bir örgüttür. İlk kez I. Haçlı Seferi’nden sonra ortaya çıkmış, kısa sürede geniş bir siyasi nüfuza sahip olmuş ve Ortaçağ’ın en büyük maddi güçlerinden biri haline gelmişlerdir. Başlangıçta kendilerini sözde dindar gibi göstermişler ve bu yolla kazandıkları itibar ve imtiyazları kullanmışlar, zaman içinde de Hıristiyan halkın gözünde nefret ve korku uyandıran, din ahlakına karşı, şeytani amaçlar güden karanlık bir örgüt haline gelmişlerdir. Tapınakçıların 1307 yılında başlayan mahkemelerine ait tutanaklar ve dönemin tarihi belgeleri, örgütün karanlık çehresini şüphe götürmeyecek bir şekilde gözler önüne sermiştir.
Bu belgelerden ve konunun uzmanı tarihçilerin araştırmalarından ortaya çıkan sonuçlar, Tapınakçı tarikatının, kurulduktan kısa bir süre sonra kuruluş amacından hızla uzaklaştığını, Hıristiyanlığı terk ederek sapkın ve batıl bir öğretinin peşinden gittiğini göstermektedir. Tapınakçılar bu karanlık öğretiye özgü tören ve ritüelleri gizlice uygularken, aynı zamanda da servet ve güç sahibi olmak için her türlü yöntemi sözde meşru saymışlardır. Dünyevi hırs ve menfaatler uğruna din ahlakından uzaklaşıp şeytanın emrine girenlerin durumunu Allah Kuran’da şöyle haber vermektedir:

1305 yılında Papa olan V. Clement, Fransa Kralı IV. Phillippe’in de desteğini alarak Tapınakçıların ortadan kaldırılma sürecini başlatmıştır.
Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah’tan başka ilahlar edindiler. Hayır; (o yalancı ilahlar) onların tapınışlarını inkar edecekler ve onlara karşı çelişkiye düşecekler. Görmedin mi, Biz gerçekten şeytanları, kafirlerin üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar. Onlara karşı acele davranma; Biz onlar için ancak saydıkça sayıyoruz. (Meryem Suresi, 81-84)
Tapınakçılar, özellikle ilk dönemlerde Papalık makamından elde ettikleri imtiyazlara güvenerek sistemlerini uzun bir süre rahatlıkla devam ettirmişlerdir. Ancak, Tapınakçıların gizli ritüellerinde yaşadıkları sapkınlıkların yavaş yavaş deşifre olması ve gerçek yüzlerinin ortaya çıkmaya başlamasıyla, Papalık bu konuda köklü tedbir almaya karar vermiştir. 1305 yılında Papa olan V. Clement, Fransa Kralı IV. Phillippe’nin de desteğini alarak Tapınakçıların ortadan kaldırılma sürecini başlatmıştır.

Tapınakçılar, törenlerinde masonik ritüellerin vazgeçilmez bir öğesi olan ve şeytanı temsil ettiği bilinen “Baphomet” adında hayali bir varlığa taparlar.
Fransa’da Tapınakçılar aleyhine açılan davaların mahkumiyetle sonuçlanması Tapınakçılar için hiç umulmadık bir hezimet olmuştur. Ne var ki bu olay, Tapınakçılara daha gizli, daha örgütlü olmayı öğretmiş, günümüze kadar gelen Tapınakçı-mason gizliliğinin temellerini hazırlamıştır. Kendilerini mahkum eden Kilise’nin temsil ettiği her türlü inanca ve değere karşı büyük bir nefret ve intikam duygusu da yine bu süreçte oluşmuştur. Din ahlakına karşı besledikleri nefret ve düşmanlık, nihai hedef ve mücadelelerinin de merkez noktasını oluşturmuştur: din ahlakına uygun olmayan bir dünya hakimiyeti…

Tapınakçılarda şeytan, ters yıldız ve keçi ile sembolize edilmiştir.
Bu sapkın mücadelelerinde hiçbir kural tanımayan Tapınakçılar, kitabın ilerleyen bölümlerinde detayları ile göreceğimiz gibi, adeta şeytanın yeryüzündeki temsilcileri görevini yürütmektedirler. Törenlerinde, masonik ritüellerin vazgeçilmez bir öğesi olan “Baphomet” adında bir şeytana tapan Tapınakçılar, alemlerin Rabbi olan Allah’ı inkar ederek şeytanı adeta ilah edinenlerin önde gelenleri olarak kabul edilebilir. Bu tür kişiler Kuran’da “şeytanın fırkası” olarak adlandırılırlar.
Ayetlerde şöyle bildirilmiştir:
Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrana uğrayanların ta kendileridir. Hiç şüphesiz Allah’a ve Resûlü’ne karşı başkaldıranlar; işte onlar, en çok zillete düşenler arasında olanlardır. (Mücadele Suresi, 19-20)
Tapınakçılar konusunu incelerken vurgulanması gereken en önemli noktalardan biri de, bu örgütün elinde tuttuğu maddi güçtür. Tarihin ilk bankerleri olarak anılan Tapınakçılar, diğer adıyla Tapınak Şövalyeleri, bu büyük maddi gücü nasıl elde etmişlerdir? Servetlerinin boyutu nedir? Sermayeyi ele geçirme yöntemleri nelerdir? Elde ettikleri karanlık servet günümüzde kimlerin elindedir ve ne amaçla kullanılmaktadır?
Bu kitapta, “Tapınak Şövalyeleri” adlı ilk kitabımızda detaylı olarak değindiğimiz örgütün tarihçesini ve örgütün günümüzdeki mirasçısı olan masonluk konusunu yeniden ele alarak, yukarıdaki soruların cevabını verecek ve Tapınakçıların kara parayla finanse ettikleri faaliyetleri deşifre edeceğiz.

I. Bölüm: Haçlı-Tapınakçı Zihniyeti

Tapınakçıların kim olduklarını, nasıl ortaya çıktıklarını ve gerçek amaçlarını anlamak için, Haçlı Seferleri’ne kadar uzanmak gerekir; çünkü Tapınakçı tarikatını kuranlar, Kutsal Toprakları kurtarma ve koruma bahanesiyle Filistin bölgesine gelip yerleşmiş Haçlı Şövalyeleri içinde yer alan bir gruptur.
Haçlı Seferleri’nin başladığı dönemde, Avrupa’da karanlık bir dönem yaşanıyordu. Bir yandan fakirlik, açlık ve cehalet, küçük krallıklar ve feodal beylikler arasındaki iktidar mücadeleleri, hiç bitmeyen savaşlar; diğer yandan kuzeyden gelen barbar akınları Avrupa’yı yaşanmaz bir yer haline getirmişti. Yeni yeni gelişmeye başlayan ticaret ve zanaatkarlık, Avrupa’nın ihtiyaçlarını ve güç arayışını karşılamaya yetmiyordu. Bu karmaşanın içinde, Katolik Kilisesi, halk arasında büyük bir etkiye sahip olan misyoner tarikatlar sayesinde Avrupa’nın en güçlü ve en etkili kurumu haline gelmişti.

Papa II. Urban
Kilise mensupları, aldıkları yoğun eğitimle cahil halkın ve eğitimsiz asillerin çok üstünde bir bilgiye ve anlayışa erişmişlerdi. Ne var ki, dönemin en organize gücünün başına geçen bazı Papalar, bu imkanları kendi amaçları doğrultusunda en stratejik şekilde kullanmış, kimi zaman kuruluş gayelerinden uzaklaşarak dünyevi hakimiyete yönelmiş, hatta pek çok Avrupa kralına ve asiline boyun eğdirmişlerdi.
Bu gücün doruk noktasına ulaştığı bir dönemde Papa II. Urban’ın savaş çağrısı duyuldu: Müslümanların yüzyıllardır ellerinde tuttuğu Kutsal Topraklar geri alınacaktı… Papa’nın amacı, görünüşe bakılırsa, Hıristiyanlar açısından son derece soyluydu: Hıristiyanlığı Kutsal Topraklarda hakim kılmak! Ancak, Haçlı Seferi’ni başlatan Kilise’nin bu kararı hiçbir zaman bu amaçla sınırlı kalmadı.
Başta da belirttiğimiz gibi, Avrupa, özellikle de Kilise’nin hakim olduğu topraklar, büyük bir yokluk ve sefalet içindeydi. Doğu’dan gelen tüccarlar ise, Müslümanların sahip oldukları büyük zenginliklerden, adı duyulmamış yiyeceklerden, çok değerli kumaşlardan ve hazinelerden bahsediyorlardı. İşte Haçlı Seferleri’nin başlamasında en büyük etken Doğu’nun bu zenginliğiydi.
O dönemdeki Kilise, tarihin ilk sömürgeleştirme hareketini başlatırken, Doğu’daki bütün zenginlikleri, dolayısıyla politik gücü ele geçirmeyi, Avrupa’daki iktidar sahibi rakiplerine karşı nihai bir zafer kazanmayı planlıyordu. Bunu yaparken, Hıristiyanlığın temel unsurlarından olan barışçılığı, mütevaziliği, şiddet karşıtlığını bir tarafa bırakmış, 1000 yıllık geleneğini terk etmişti.
Haçlı Seferleri’ne katılanların seçiminde de Hıristiyan dinine aykırı uygulamalar öne çıkmış ve böylece vahşi, zalim ve cahil Haçlı askeri imajının temelleri atılmıştı. Kilise, Haçlı Seferi’ne katılımı artırmak uğruna, her türlü teşvik yöntemini kullanmış, aforoz edilmiş günahkarları ve mahkumları günahlarının affedileceği vaadiyle orduya almıştı. Cehalet, orduyu oluşturanların büyük bir kısmının ortak özelliğiydi. Bu insanlar, Müslümanlık hakkında cahil oldukları gibi, kendi dinleri hakkında da yeterli

Tapınakçılar Sahnede

I. Haçlı Seferi’ne katılanlar, 1099 yılında Kudüs’ü ele geçirmeyi başarmış ve büyük bir katliam gerçekleştirmişlerdi. Savaşa katılan askerlerin çoğunluğu geri dönerken, başta Fransa’dan gelmiş bazı soylular ve askerler olmak üzere, bir grup Haçlı askeri de bölgede kalmayı kararlaştırmıştı. Bu kararın görünüşteki amacı, Kutsal Toprakların ve Hıristiyan hacıların güvenliğini sağlamak ve Hıristiyan dinini bu beldede yaymaktı. Bir avuç idealist askerin ve din adamının gerçekten bu amacı güttüğü düşünülebilirse de, genel tablo göz önüne alındığında bunun sadece bir bahane olduğu rahatlıkla anlaşılır.

Başlarında, Tapınakçıların ilk büyük üstadı Hugues de Payens olmak üzere, dokuz Fransız şövalyesinin, Kral Baldwin’in huzuruna çıkmaları.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, I. Haçlı Seferi’yle birlikte, aslında Batı’nın sömürgeleştirme faaliyetleri başlamış ve yöredeki Arap halkıyla bazı Batılılar arasında sonuçları günümüze kadar uzanacak sorunlar yaşanmaya başlamıştı. Katliamlar için öne sürülen gerekçelerin hiçbir geçerliliği yoktu. Müslümanların yönetimindeki Kudüs’te, hac yolları bütünüyle açıktı ve farklı dinlere mensup insanlar bir barış ve hoşgörü ikliminde birarada yaşıyordu. Fakat bu manzara, Müslümanların, Yahudilerin ve yerli Hıristiyanların Haçlılar tarafından katledilmesine engel olamadı. 1099 yılında, Kudüs Krallığı kuruldu ve işgal Antakya-Urfa yönünde genişledi. Yaklaşık yirmi yıl sonra, başlarında Hugues de Payens olmak üzere, dokuz Fransız şövalyesi Kral Baldwin’in huzuruna çıkarak, sahil şeridinden Kudüs’e kadar uzanan bölgede “hacıları korumaya” gönüllü olduklarını ilettiler. Kral, bu teklifi memnuniyetle karşıladı. Böylece, Tapınakçıların hızlı yükselişi de başlamış oldu.
Dokuz şövalyenin kendilerine yakıştırdıkları “İsa’nın Yoksul Şövalyeleri” ünvanındaki yoksul sıfatı, paraya doymayan bu askerlerin amaçlarıyla ne denli çelişiyorsa, insanların gözlerini boyamada da o denli inandırıcı bir kılıf oluşturuyordu. Aldatmaca sadece isimle sınırlı değildi: Dünya hayatını ve maddi zevkleri terk etmiş rahip-asker görüntüsü çizmeyi de ihmal etmemişlerdi.

Kilise’den Tapınakçılara Tam Destek

Zaman içinde tahrif edilmiş olmakla birlikte Hıristiyanlık, içinde hak dinin unsurlarını taşıyan İlahi bir dindir. Hıristiyanların kutsal kitabı İncil’de en çok üzerinde durulan konulardan biri ise barışsever olmaktır. Buna rağmen Hıristiyanlık tarihi boyunca, zaman zaman din adına şiddete başvurulan dönemler yaşanmıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, Kilise içinde kimi zaman çıkar kaygısının ağır basması ve Kilise’nin birtakım politik oyunların ve çıkar hesaplarının içine çekilmiş olmasıdır. Bu durumun neticesinde asıl varlık amacından zaman zaman uzaklaşan Kilise, bu dönemlerde nüfuzunu artırmaya ve kralların iktidar taleplerini karşılamaya öncelik tanımış, bu da Kilise’nin yapısında köklü bir değişime neden olmuştur.
Bu değişim, Kilise’yi korumak adına güç kullanılabileceğini söyleyen Papa VII. Gregory ile başladı. Kilise’nin en yüksek makam olduğunu savunan Gregory, Kilise içinde Gregoryen devrimi gerçekleştirerek dönemin güçlü hükümdarlarıyla iktidar mücadelesine girdi. Onun başlattığı politika, Kilise içinde birtakım çevreler tarafından çok benimsendi ve büyük bir istekle devam ettirildi. Bu süreç söz konusu çevrelerin hedefledikleri şekilde güçlenmelerini sağladıysa da, hükümdarların ve halkların Kilise’nin aleyhine dönmelerine yol açtı.
Papa II. Urban, Gregory’nin şiddet politikasını biraz daha ileriye götürüp, kısaca “din uğrunda savaşmak şiddet kullanmayı gerektirir” şeklinde özetlenebilecek, tamamen din ahlakına ters olan tezini öne sürdü. Böylece, I. Haçlı Seferi’nin sözde dinsel alt yapısı da hazırlanmış oldu. Aziz Bernard da, Hıristiyanlığın özüne aykırı bu politikayı yaşamı boyunca hararetle savundu. Hatta, “İsa’nın şövalyesi kötülük yapanı öldürdüğünde, bu bir adam öldürme değil, kötülüğü defetmedir” diyerek bu yanılgısını en uç noktaya taşıdı.

İlk şövalye teşkilatı olan Hospitaller tarikatının amblemi.
Söz konusu Kilise yöneticileri, I. Haçlı Seferi’nden sonra, ilk şövalye teşkilatı olan Hospitaller tarikatının kurulmasına da önayak oldular. Bu tarikat, başlangıçta, sadece hacılara Kutsal Topraklarda yardım etme ve hastaları tedavi etme görevini üstlenmişti. Ancak, Kilise içindeki çıkar grupları için bu yeterli değildi, daha fazlasını istiyorlardı: Avrupalı hükümdarların ordularıyla yarışacak, Kilise’ye (daha doğrusu kendilerine) bağlı bir ordu… Böylece Kilise’nin otoritesini kullanarak kendi imkanlarını artıracak, sahip oldukları malların korunmasını sağlayacak, bunu yaparken Hıristiyanlığı da silah zoruyla yayabileceklerdi. Ayrıca, Kutsal Topraklardaki hakimiyet kalıcı olacak ve sömürge faaliyetleri kendi kontrollerinde devam edecekti. Önde gelen ruhban sınıfı içinde bu yanlış düşüncelere sahip olan kesim, planlarını gerçekleştirebilecek bir orduyu oluşturmak üzere işe girişti. Tapınakçılar, tam bu aşamada ortaya çıkarak hedeflenen politikanın bir numaralı savunuculuğunu yapmaya başladılar. Tüm bunlar şövalyelerin Bernard’a gitmelerinin stratejilerinin önemli bir parçası olduğunu göstermekteydi. Şövalyeler, karşılıklı menfaatleri sebebiyle istedikleri imkanları kendilerine sağlayacak tek kişinin Bernard olduğunu gayet iyi biliyorlardı.
Aziz Bernard, pek çok hedefi ve planı olan bir Kilise mensubuydu. Asillerle akrabalık bağları ve siyaset stratejileri konusundaki uzmanlığının da yardımıyla, daha gençlik çağında çok önemli mevkilere gelmişti. En sadık adamının Papa seçilmesini sağlayacak kadar büyük bir güce sahipti.
Bernard, rahiplerin savaşçı hale gelmelerinin ne denli zor olduğunun farkındaydı. Aslında buna gerek de yoktu; ona göre, Haçlı Seferi’ne katılmış mevcut savaşçıları Kilise’nin öğretilerine bağlı hale getirip kontrol altına almak daha kolay ve parlak bir plandı. Ancak, Bernard’ın karşısında bir engel duruyordu: Bu vahşi, kaba, cahil ve şiddet tutkunu adamlar, nasıl birer sadık şövalye haline geleceklerdi? Bernard, büyük bir yanılgı eseri olarak, bu cahil insanlar topluluğunun birtakım yöntemlerle terbiye edilip kontrol altına alınabileceğine kendini inandırmıştı. İmtiyaz ve bağış adı altındaki rüşvetler bu yöntemlerin başında yer alıyordu.
Tapınakçılar, Bernard’ı ve fikirlerini, önceki dönemlerden beri yakından takip etmişler ve planlarını onun üstüne kurmuşlardı. Bernard, ilk sırada Tapınakçılar olmak üzere, şövalyeleri kullanarak Kilise ordusu kurma planları yaparken, başından beri din ahlakından uzak duran Tapınakçılar da Bernard sayesinde büyük ayrıcalıklar elde etmeyi planlıyorlardı. Bu karşılıklı ilişkide, tarikat mensupları sözde dindar gözükecek, Kilise de onları her koşulda temize çıkaracaktı. Hatta, ilerleyen sayfalarda da göreceğimiz gibi, 1307 yılında, tutuklanıp bütün sapkınlıkları açıkça ortaya çıkmasına rağmen, Kilise içinde yer alan bir kısım çevreler Tapınakçıları aklamaya ve kurtarmaya çalışacaktı.

Sınırsız İmtiyaz


İlk başta dokuz şövalyeden oluşan küçük grup, şaşırtıcı bir süratle Tapınakçılar şirketine dönüştü.
Kilise içindeki bir grubun desteği, Tapınakçıları tanımakla sınırlı kalmadı. Truva Konsülü’nden itibaren Kilise’nin ve soyluların tarikata sağladıkları imtiyazlar, şövalyelere sınırsız imkanlar sunmuştu. Dokunulmazlık zırhı bunların başında geliyordu. Şövalyeler doğrudan Papa’ya bağlıydılar ve başka hiçbir otoriteye hesap vermek zorunda değillerdi. Kral da dahil hiçbir yönetici onları tutuklayamıyor, sorgulayamıyor veya kendi hizmetinde kullanamıyordu.
Tapınakçılar, kendi adlarına kilise kurmak, dini tören düzenlemek, rahip atamak gibi dinsel ayrıcalıkların yanı sıra, kendi mahkemelerini kurmak, vergi toplamak, bağış ve yardım almak hakkına da sahiplerdi. Tapınakçılara ait mülkler, Kilise’nin onda birlik vergisinden muaf tutulduğu gibi, tarikat üyeleri de her türlü ödenekten muaf tutulmuşlardı. Tarihçi-araştırmacı yazarlar Butler ve Dafoe bu konuda şu bilgileri vermektedirler:
“Bernard’ın belgesi, De Laude Novae Militae (Yeni Şövalyeliğe Övgü), Hıristiyanya’nın bir ucundan diğer ucuna kasırga gibi geçti; hemen ardından Tapınakçı askerlerin sayısı arttı. Aynı zamanda Avrupa’nın kralları ve baronlarından bağışlar, hediyeler Tapınakçıların kapısına düzenli olarak ulaşıyordu. Dokuz şövalyeden oluşan küçük grup, şaşırtıcı bir süratle Tapınakçılar şirketine dönüştü.”4
İmtiyaz tanımada yerel yöneticilerin, kralların ve soyluların bonkörlükleri Kilise’ninkinden geride kalmamıştı: Tapınakçılara, bazen bir çiftlik, bazen bir saray, bazen de bütün bir kasabayı veya bölgeyi hibe etmiş, çeşitli gelir kalemleri ve hediyelerle ödüllendirip her türlü kolaylığı göstermişlerdi.
Çıkar ilişkileri sonucunda kazanılmış bu ayrıcalıklar, tarikatın kontrolsüz bir güç haline gelmesine yol açtı. Kurulduktan kısa bir süre sonra niteliği ve görünüşü tamamen değişen örgüt, Kutsal Toprakları koruma ve Hıristiyanlığı yayma görevini bir tarafa bırakarak, kendi sapkın inanışının doğrultusunda kuracağı dünya hakimiyetinin peşinde koşmaya başladı.

Tapınak Şövalyelerinin tapınaktan çok tefecilik bürosu olarak kullandıkları 12 yy.’a ait tapınaklardan birkaçı (Safita, Larzac, Metz ve Laon Tapınakları)

II. Bölüm: Bir Ortaçağ Mafyası: Tapınakçılar



Truva Konsülü’nden sonra, Tapınakçılar büyük bir hızla güçlerini ve sayılarını artırıp dönemin en güçlü ve en korkulan şövalye tarikatı haline geldiler. Büyük bağışlar toplamış, özel vergi gelirleri elde etmiş, inşaat, tarım, hayvancılık, nakliye, denizcilik gibi sektörlerde önemli yatırımlar yapmışlardı. Fakat bu çalışmalar ana gelir alanı olmaktan çok, göstermelik faaliyetlerdi; çünkü tarikatın asıl gelir kaynağı kara paraydı.
Tapınakçıların karanlık sermayelerini oluştururken kullandıkları yöntemler, organize suç örgütlerinin günümüzde kullandıkları yöntemlerden farklı değildi. Kaldı ki, bugün mafya sistemi olarak bilinen örgütlü suç yöntemlerini tarihte ilk defa icat edenler aslında onlardı.
Zorba kralların veya kötü yola sapmış Kilise görevlilerinin bireysel olarak gerçekleştirdikleri kanun dışı uygulamalar, Tapınakçılar tarafından sistemli bir kara para kaynağı haline getirildi ve onlara bilinen güçlerini kazandırdı. Fakirlik yemini etmiş, sözde misyoner hayatı yaşayan bir tarikatın, kısa sürede krallarla yarışacak bir servete ulaşmasının nedeni kullandıkları organize mafya yöntemleridir. Bu yöntemleri aşağıdaki başlıklar altında toplamak mümkündür:
a) Tefecilik
b) Savaş adı altında soygun, yağma, gasp
c) Rüşvet
ç) Spekülasyon
d) Politik oyunlar
e) Keyfi vergiler
f) Haksız imtiyazlar
g) Köle ticareti
ğ) Sömürgecilik faaliyetleri
h) Uyuşturucu (haşhaş) trafiği

Tapınakçılar krallarınkine eşdeğerde bir servete sahiptiler.
Görüldüğü gibi Tapınakçılar kötülüğün her çeşidini organize hale getirip bunu yaygınlaştırmayı ve bundan dünyevi güç ve çıkar elde etmeyi temel görev edinmişlerdi. Allah kötülüğü örgütleyip düzenleyenler hakkında Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
Artık ‘kötülüğü örgütleyip düzenleyenler’, Allah’ın, kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya şuuruna varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler?
Ya da onlar, dönüp-dolaşmaktalarken, onları yakalayıvermesinden (mi emindirler?) Ki onlar (bu konuda Allah’ı) aciz bırakacak değildirler.
Veya onları bir korku üzerinde yakalayıvermesinden (mi emindirler)? Öyleyse Rabbin, gerçekten şefkatli ve merhamet sahibidir. (Nahl Suresi, 45-47)
Tapınakçıların kara para vurgunlarında kullandıkları yöntemlerin başında tefecilik gelmektedir. Aslında Hıristiyanlıkta tefecilik kesinlikle yasaklanmıştır ve karşılığında büyük cezaları vardır. Bu yüzden tefecilik, Ortaçağ’da bazı Yahudilerin tekelindeydi. Cezalardan muaf Yahudi bankerlerin bir kısmı para ticareti yaparak büyük kazançlar sağlıyor, krallara ve soylulara verdikleri borçlar sayesinde imtiyazlar elde ediyorlardı. Tapınakçılar, hiçbir Hıristiyanın girmediği bu alana el atarak kısa sürede söz konusu Yahudi bankerlerin yerini aldılar.

İngiltere Kralı I. Richard
Tapınakçılar, para ticaretinden kazandıkları yaklaşık yüzde onluk faiz gelirine, kira, masraf gibi isimler takarak yasak olmasına rağmen bu işlere devam ediyorlardı. Bütün önemli merkezleri kapsayan bir ağ oluşturmuş, başta Kutsal Topraklar ve bu merkezler arasında olmak üzere, bilinen bütün önemli noktalar arasında güvenli para transferi gerçekleştirmişlerdi. Özellikle kraliyet makamlarında, ticaret merkezlerinde ve hac yollarında kurulan ve bir banka şubesi gibi çalışan Tapınakçı malikanelerinde yüksek miktarda para depolanmıştı. Para transferi yapmak isteyen kişi, belirli bir noktada parasını bu malikaneye yatırıp karşılığında senet alıyor ve gittiği noktadaki malikanede senedi verip belirli bir faiz ödeyerek parasını tahsil ediyordu. Tapınakçı banka şubelerine yatırılan paralar çok farklı amaçlar için kullanılıyordu. Burada en önemli unsur, sözde hayır işleri yapan örgütün fakir halk da dahil olmak üzere çeşitli kesimlerden topladığı büyük faiz geliridir. Bu gelir, hiçbir otorite tarafından denetlenemeden, meçhul amaçlarda kullanılmak üzere şövalyelerin kasasına akıyordu. Daha da ilginç olanı, Tapınakçıların kar sistemlerini gizli tutmalarıydı. Hiç kimse hesap soramadığı için, tarikat, tefeciliği misyoner teşkilatı içinde kurumsal bir hale getirmişti. Sonraki dönemlerde ise tefecilikleri ortaya çıkmış ve mahkumiyetlerinin sebeplerinden biri olmuştur.

Papa III. Innocent 1207 yılında şövalyeleri, imtiyazları istismar etmekle suçlamıştı.
I. Haçlı Seferi sırasında Fransa’nın toplam yıllık geliri 250 bin frank civarındaydı.5 Yapılan tahminlere göre, tarikatın sadece Avrupa’da -9000 ayrı noktadaki büyük gayrımenkul varlığı bir yana- o dönemdeki yıllık nakit geliri ise yaklaşık 30 milyon franktır.6 Bu geliri günümüz rakamlarıyla kıyasladığımızda, Tapınakçıların ne kadar büyük bir servete hükmettikleri, krallarla yarışacak düzeyde varlığa sahip oldukları daha iyi anlaşılmaktadır. O kadar ki, 1191′de Kıbrıs’ı Kral Richard’dan 25 bin marka satın almış ve bir yıl sonra Lusignanlı Guy’a satana kadar ağır vergiler koyarak adadan büyük gelir sağlamışlardı.
Şövalyelerin kirli parasının bir kısmı da yağmacılıktan geliyordu. Kutsal Topraklarda, ya da şatolarının bulunduğu sınır noktalarında ganimet avına çıkan Tapınakçılar, savunmasız kervanlara ve sivil yerleşim birimlerine saldırmalarına rağmen, bunu sözde düşman askerleriyle yapılan bir savaşmış gibi gösteriyorlardı. Oysa, asıl yaptıkları gasp, toplu cinayetler, yağma, adam kaçırma gibi eşkıya eylemleriydi. Bu eylemlerin en dikkat çekici örneklerinden biri, tarikatın sapkın Haşhaşiler’le yaptığı iş birliğiydi. İki örgüt, yılda 2000 bezant karşılığında anlaşmaya varmıştı. Bu karanlık ilişki sonraki dönemlerde daha ileriye götürülmüş, Haşhaşiler, aldıkları paralar karşılığında, Tapınakçıların rakibi olan krallara suikast bile düzenlemişlerdi. Şövalyeler, hayranlık duydukları bu sapkın tarikatın yöntemlerini kısa sürede benimsemişlerdi. 7
Tapınakçıların yağmalama konusunda ne kadar hevesli ve aç gözlü oldukları ve bu yüzden Hıristiyanların defalarca yenilgiye uğramalarına yol açtıkları tarihi belgelere de yansımıştır. 1150 yılında Aşkalon’a düzenlenen saldırı sırasında, şehir duvarlarından birisi yıkılmış, Hıristiyanların savaşı kazanma ihtimali ortaya çıkmıştı. Tam bu noktada Büyük Üstad Tremelaylı Bernard, Haçlı askerlerini durdurarak, ilk yağmayı yapmak üzere duvardan önce Tapınakçıların geçmesini sağladı.

Tapınakçılar, köyleri basarak masum Müslüman halkı kaçırıyor ve köle olarak Avrupa’ya satıyor ya da kendi işlerinde kullanıyorlardı.
Ancak bu aç gözlülük, savaşın kaybedilmesi ve Tapınakçıların ölümüyle sonuçlandı. Şövalyeleri kendi hırslarının peşinde koşmakla suçlayan, dönemin ünlü tarihçisi ve din adamı Surlu William, bu olayı şöyle anlatmıştır:
Tremelaylı Bernard, askerlerine, ilk saldırı sırasında hiç kimsenin kendilerine katılmasına izin vermemelerini emretti; çünkü şehri ele geçirmenin şanının ve yapılacak yağmada aslan payının tarikata kalmasını istiyordu.8
Tapınakçılar, belirli bir sermayeye ulaştıktan sonra işlerini halletmek için rüşvet yöntemine daha sık başvurdular. Tapınakçılar için rüşvet vererek veya alarak her türlü işi halletmek mümkündü. Bir bölgeye yerleşmek isteyen tarikat, o bölgenin yöneticisine yardım adı altında büyük miktarlarda rüşvet veriyor, böylece hem bölgeyi hem de gerekli ayrıcalıkları elde ediyordu. Tapınakçılar, İngiltere Kralı I. Richard öldükten sonra yerine geçen kardeşi John’a da, at ve 1000 pound rüşvet vererek haklarını ve imtiyazlarını garanti altına almışlardı. Avrupa’nın fakir soylularını, ucuz hediyeler ve az miktardaki paralarla satın almak, tarikatı daha da cesaretlendirmiş, rahat hareket etmelerini sağlamıştı.

Müslümanların dostu olarak tanınan Kutsal Roma İmparatoru II. Frederick, Papa’yla birlik olup kendisine karşı savaşan Tapınakçıların bütün mallarına el koyduğunda, tarikatın işlerinde çalışan yüzlerce Müslüman köleyi, hiçbir karşılık istemeden serbest bırakmış, böylece şövalyelerin büyük nefretini kazanmıştı.
Tapınakçılar rüşvet verdikleri gibi, rüşvet almayı da bir gelir yolu olarak benimsemişlerdi. Bunu yaparken, daha çok Kilise’den kazandıkları imtiyazları kullanmışlardı. Savaşa gitmek istemeyen asiller, şövalyelere yüklü bir bağışta bulunuyor, böylece kendi adlarına onların savaşmasını sağlıyorlardı. Aforoz edilmiş asiller de tarikata belirli rüşvetler karşılığında katılarak bu yaptırımdan, yani aforoz cezasından kurtulabiliyorlardı. Aranan suçlular kendilerini şövalyelere teslim ediyor, böylece dokunulmazlık kazanıyorlardı. Tapınakçıların kendilerine verilen imtiyazları bu şekilde istismar etmeleri bir dönem Papa’nın da tepkisine sebep olmuştu. 1207 yılında III. Innocent, şövalyelerin kibirli olduklarını ve imtiyazları istismar ettiklerini söylemişti. Cebinde biraz parası olan herkesin tarikata girebildiğinden, “uzun bir ip gibi, günaha günah ekleyenlerin”, aforoz edilenlerin, Kilise’ye bile alınmayacak kişilerin kutsal mezarlara gömüldüklerinden şikayet eden Papa, gerekenin yapılmasını istemişti.9
Tapınakçılar inşaat, emlak, nakliye gibi işlere el attıktan sonra, bu işlerden kazandıkları mallar ve menkuller üzerinden spekülasyon yapmaya da başladılar. Emlak ve arsa spekülasyonu sayesinde hem kendi topraklarının değerini hem de topladıkları vergi ve kiraları artırıyorlardı. Ayrıca, stokladıkları değerli madenler ve ticaretini yaptıkları mallar üzerinde de spekülasyona giriyorlardı. Sözgelimi, İngiltere’de, sahip oldukları büyük mal varlığının ve toprakların değerini kısa sürede yaklaşık %50 oranında artırmış, ticari imtiyazlar sayesinde de İngiliz yününü bütün Avrupa kıtasına ihraç ederek büyük paralar kazanmışlardı.
Tapınakçılar fakir halktan para toplarken, Hıristiyanlık adına savaşıp büyük mücadeleler verdiklerini söylüyorlardı. Oysa bu, tarikatın bağış kaynaklarını canlı tutmak için uydurulmuş bir yalandı. Tapınakçılar, Truva Konsülü’nden sonra girdikleri ilk üç savaşta da hezimete uğramışlardı. Abartılı kahramanlık hikayelerinin aksine, şövalyeler yenilmez savaşçılar değillerdi. Tek yaptıkları masum ve savunmasız halkı katletmekti. Savaşmaları gerektiğinde ise, topladıkları büyük bağışların önemli bir kısmını savaş ve savunma dışında başka amaçlarla kullanılmak üzere karanlık sermayelerine eklediklerinden, genellikle yenilgiye mahkum oluyorlardı.

Papa IX. Gregory
Tapınakçılar, adı geçen kirli yöntemlere ek olarak, köle ticareti ve kaçakçılıkta da organize olmuşlardı. Köle ticaretinde yaptıkları büyük sahtekarlıklar tamamen ortaya çıkınca Papa onları uyarmak zorunda kalmıştı. Bilindiği gibi, o dönemlerde köle ticareti kanun dışı bir iş değildi; ancak bir Hıristiyanın, Hıristiyan bir köleye sahip olması yasaklanmıştı. Tapınakçılar, bu yüzden, köyleri basarak masum Müslüman halkı kaçırıyor ve köle haline getirip Avrupa’ya satıyor ya da acımasızca kendi işlerinde kullanıyorlardı. Müslümanların dostu olarak tanınan Roma İmparatoru II. Frederick, Papa’yla birlik olup kendisine karşı savaşan Tapınakçıların bütün mallarına el koyduğunda, tarikatın işlerinde çalıştırılan yüzlerce Müslüman köleyi, hiçbir karşılık istemeden serbest bırakmış, böylece şövalyelerin büyük nefretini kazanmıştı.10
Yalnız Müslüman kölelerle yetinmeyen şövalyeler, Ortodoks Hıristiyan olan Yunan, Bulgar, Rus ve Romenleri de Müslüman diyerek köle ticaretinde kullanıyorlardı. Papa IX. Gregory, 1237 yılında bu istismar konusunda Suriye piskoposu ve Tapınakçıların üstadına şikayette bulunduysa da, Tapınakçılar, önemli bir gelir kapısı olarak başta Afrika halkı olmak üzere, köle ticaretiyle insanları sömürmeyi sürdürdüler.
Tapınakçılar, bu tür mafya yöntemlerinin yanı sıra siyaset alanında da kirli oyunlara girmekten geri kalmadılar. Yerli halka zorba yöntemlerle büyük sıkıntılar yaşatarak, sözde dindar bir tarikat görünümünden çıkıp, nefret edilen, karanlık yöntemlere sahip, çok zengin bir örgüte dönüştüler. Kısa bir süre sonra deşifre olan sapkın inanç ve yaşantıları da bu imajı tamamladı ve sonunda Hıristiyanlığın utanç kaynağı haline geldiler.

III. Bölüm: Avrupa’yı Kuşatan Tapınakçı Şebekesi

Tapınak Şövalyeleri, Hıristiyanlığa düşman bir tarikat olarak, dünya hakimiyeti ideallerini gerçekleştirmek için her türlü yönteme başvurdular. İstedikleri güvencelere kavuşur kavuşmaz, göz boyama maksatlı misyonerlik yeminlerini ve sözde dindarlıklarını bir yana bırakıp geniş çaplı bir hakimiyetin finansmanını toplamaya koyuldular. Tapınakçıların kurdukları ağ, eşine ancak günümüzün uluslararası mafya kartellerinde rastlanabilecek organize faaliyetler neticesinde, bütün Avrupa’yı, deniz ticaretinin kalbi olan Akdeniz gemi yollarını ve limanlarını sarmıştı. Ayrıca, tarikat mensupları, İngiltere, İrlanda gibi kuzey ülkelerinin deniz ve kara ticaretinden de büyük bir pay alıyorlardı.

Tapınakçılar nakliye işlerini deniz yoluyla yapmaya başladılar.
Tapınakçılar, kanunsuz yollardan kazandıkları geliri çeşitli yatırımlar için harcıyorlardı. Toprak satın alımı ve inşaatçılık bu yatırımların başında yer alıyordu. Tapınakçılar, büyük şato ve kilise inşaatlarında uzmanlardı. Sahip oldukları topraklarda köyler, kasabalar ve hatta şehirler kurarak paralarını aklıyorlardı. Kurdukları yerleşim yerleri sayesinde yeni nüfuz alanları oluşturup vergi, haraç gibi farklı ve önemli gelir kaynakları elde ediyorlardı.
Bankerlik, emlakçılık ve inşaat işlerinden sonra şövalyelerin en  önem verdikleri sektör denizcilikti. O çağda kara yolculukları çok masraflı, zor ve tehlikeliydi. Deniz yolları ise daha rahat, ekonomik ve güvenliydi. Dolayısıyla, Hıristiyanların hakim olduğu merkezler arasında güvenli ve hızlı nakliye yapmak oldukça karlıydı. Bu nedenle, Tapınakçılar nakliye işlerini bu alana kaydırdılar. Başlangıçta Venedikliler, Cenevizliler gibi uzman denizcilerle çalışarak kısa sürede denizciliği öğrenip kendi filolarını kurdular.

Tapınakçılara ait yük gemilerinden bir görüntü.
Büyük ticari ayrıcalıklar elde ettikleri Marsilya, Tapınakçıların Akdeniz’deki en önemli merkeziydi. Ancak, varlıkları Marsilya’yla sınırlı kalmadı. İskenderiye’den Tripoli’ye, Antakya’dan Sayda’ya kadar, bütün önemli limanlarda tarikatın merkezleri ve ticaret gemileri mevcuttu. 1216-33 yılları arasında büyük bir deniz gücüne ulaşan tarikat, nakliye yollarında üstünlüğü ele geçirirken, denizcilikle uğraşan tüccarların da zor durumda kalmalarına yol açtı. Denizcilik konusunda kazandıkları büyük tecrübe, daha sonraki dönemlerde Tapınakçıların engizisyondan kaçışlarını, Amerika gibi uzak ülkelere ulaşmalarını ve sömürgecilik faaliyetlerinde önemli rol oynamalarını